Bir Savaş Nasıl Kazanılır, Nasıl Kaybedilir?

Hamd, başta da sonda da Allah içindir yalnızca.

Dünya bir harp meydanıdır. İnsanoğlu Adem'in sulbünden dünyaya indirildiğinden bu yana savaş başlamış, hiç dinmemiş, bazen durulmuş, bazen kızışmış ama hiç bitmemiştir. İnsanlar sadece birbirleriyle savaşa girmemiş aynı zamanda soyut varlıklarla da savaşmışlardır. En büyük savaşı ise insan bizzat kendisi ile vermekte. Dünyaya indik. Silahlarımızı kuşandık. Ya bu savaşı kazanacak ve cennet ganimetine vasıl olacağız yahut kaybedip alçaltılmış bir halde yenilgiler diyarını boylacağız. Bu savaşı nasıl kazanacağız? Düşman kim? Hangi cephedeyiz? Nasıl bir strateji izlemeli? Tüm bu sorulara savaşın Hakim'i yanıt veriyor. Ele alacağımız ayetler bir savaşın nasıl kazanılıp nasıl kaybedileceğine dair altın kurallar içeriyor. Gerçi ayetler savaş denince ilk akla gelen halini konu ediniyor, yani kıtal. Ama  dünya da bir harp meydanıdır demedik mi?

"Musa’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar nebilerine demişlerdi ki: “Bize bir komutan tayin et, (onun komutanlığında) Allah yolunda savaşalım.” O da demişti ki: “Ya savaş size farz kılındıktan sonra savaşmazsanız?” Demişlerdi ki: “Biz yurtlarımızdan sürülmüş ve evlatlarımızdan menedilmişken nasıl olur da Allah yolunda savaşmayız?” Savaş onlara farz kılınınca azı hariç (savaşmaktan imtina ederek Allah’ın emrinden) yüz çevirdiler. Allah, zalimleri bilendir." (Bakara/246)

Bu birçoğumuzun bildiği meşhur Calut ve Talut kıssası. Talut'un komutanlığında bir ordunun Calut ile giriştiği bir savaşı en başından sonuna kadar konu ediniyor ve kıssa yukarıdaki ayet ile başlıyor. Bu kıssada en çok göze çarpan husus savaşın sonuna kadar sürekli İsrailoğullarının elemeden geçmesi ve en sona bir azınlığın kalması, ki savaşı da kazanan işte bu azınlık oluyor. Hikayenin şöyle başladığı rivayet ediliyor: Mısır'la Filistin arasında yaşayan  Amalika, o devirdeki kralları Calut'un kumandasında İsrailoğullarına saldırıyor ve onları perişan edip yurtlarından çıkarıyor. Bunun üzerine onlar da, o anda aralarında bulunan nebilerinden bir kumandan tayin etmesini istiyorlar. Buraya kadar belki de her şey kulağa makul geliyor. Ama gerçekten de öyle mi? Ayete bakınca İsrailoğullarının bu istekleri kabul görünce birçoğunun yüz çevirdiğini görüyoruz. Niçin? Çünkü onlar akıl ile değil duyguları ile hareket edip çok büyük sonuçları olabilecek bir şey istediler, savaşı. Nebileri onlara "Ya savaş size farz kılındıktan sonra savaşmazsanız?" diyerek aslında onlara dolaylı yoldan bir uyarıda bulunmuştu. Ama onlar bu ikazı kulak ardı edip "Biz yurtlarımızdan sürülmüş ve evlatlarımızdan menedilmişken nasıl olur da Allah yolunda savaşmayız?" diyerek oldukça duygusal bir tavır sergilediler. Hatta o kadar duygularına kapılmışlardı ki aralarında bir nebinin varlığını unutmuş, "bir savaş gerekliyse bunu zaten evvela nebi bildirir" gerçeğinden uzaklaşmış ve nebinin ikazına karşı taaccup göstermişlerdi. Nihayet savaş onlara farz kılındı ve birçoğu yüz çevirip gitti, elendiler. Savaş daha başlamadan elenen güruh kim oldu? Duyguların seline kapılanlar. Çünkü duyguların kılavuzluğunda hareket edenlerin aklı devre dışı kalır ve asıl yapılması gerekeni göremezler. Örneğin öfkesine yenik düşenler bağırıp çağırır ve kıskananlar yakıp yıkar. Salim bir kafayla düşünmeyip dürtüleriyle hareket ederler, tıpkı yukarda öç ve öfke duygusundan gözü kararmış bir kavmin asıl mahiyetini düşünmeden savaşı temenni etmeleri gibi. Neticede bırakıp kaçtılar çünkü getirilerini ve götürülerini iyice irdelemeden, maddi-manevi ön hazırlık yapmadan ve sonuçlarını ön kabulle kabullenmeden savaşmayı istediler; farz kılındıktan sonra akılları başlarına geldi ve göze alamayıp yüz çevirdiler. Böylelikle ilk diskalifiye olan grup belli olmuş oldu. 

Gündelik yaşamımızda da böyle değil midir? Aklımızı kullanmadığımız oranda bedbaht olmaz mıyız? Duygular değil midir insanı aceleye sevk eden? İnsanın sabrını yiyip bitiren duygular değil midir? Korkup kaçarız, çok sevip ilahlaştırırız, gereğinden fazla ümitvar olup gevşekliğe düşeriz. Bunların hepsi duyguların yaşamımızdaki birer tezahürüdür. Mesela birinin arkamızdan konuştuğu haberini alıp küplere biner ve sonra o kişiye karşı kötü zan yaparız, kin besleriz ve belki biz de onu karalarız. Sonra aslında böyle bir şey yapmadığını öğrenir ve yaptığımıza pişman oluruz. Yanımıza sadece ayıplarımız kalır. Böyle bir durumda her ne kadar öfkemiz kabarsa da duygularımızın sesini kısıp aklı selim bir şekilde olayın iç yüzünü araştırsaydık belki de bu hataların hiçbirini yapmayacaktık. Misali daha da büyütelim. Ebu Talip niçin iman etmemişti? Kınanma ve yerilme korkusundan ötürü.. İçindeki korku sadece bir duyguydu öyle değil mi, ama nasıl bir yara açtığını görebiliyor muyuz? Anlaşılan o ki savaşa yenik başlamamak için duyguların dizginlerini sıkı sıkıya kavramak lazım.

"Talut ordusuyla beraber yola koyulunca demişti ki: “Şüphesiz Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Bir avuç içenler dışında, kim de o nehirden tatmazsa şüphesiz ki o bendendir.” Çok azı hariç o sudan içtiler. " (Bakara/249)

Bu ayetten evvel Talut'un nasıl ve niçin komutan seçildiği gibi bir takım olaylar zikrediliyor lakin asıl hedeften uzaklaşmamak adına o kısımlara değinmeyeceğiz. Nihayet Talut ordusuyla beraber yola çıkıyor, savaş gibi büyük bir hedefe doğru yol alıyor. Zafere yahut mağlubiyete gittikçe yaklaşıyorlar. O esnada Allah onları bir nehirle imtihan ediyor. Ayette de geçtiği üzere nehirden bir avuç hariç içmemeleri gerekiyor. Fakat niçin su ile imtihan ve niçin bir avuç su istisna ediliyor? Savaş için yolculuk etmenin ne denli zor olabileceğini tahmin edebiliyorsunuzdur. Yol uzun olmasa dahi savaşın yol açtığı stres insanın hararetlenmesi için yeterli bir sebep. Zannımızca o anda hava şartları da gayet sıcak ve bunaltıcıydı. Ordu susamış, serin bir suyun hayalini kuruyordu belki de. Ve imtihanları da bu açlıkları ve arzuları doğrultusunda, yani su ile geldi. Aslında nehir ile imtihan bir irade imtihanıdır. Susamış bir insanın karşı koymaya, irade göstermeye en çok zorlanacağı şey tabii olarak sudur. Peki niçin İsrailoğulları irade doğrultusunda bir imtihanla karşılaştılar? Niçin beden kuvveti, silah kullanımı, ustaca dövüşebilme gibi savaşlarda beklenen özellikler için bir sınama gerçekleşmedi? Çünkü irade tüm eylemin başıdır. İrade olmaksızın gündelik işler dahi halledilemez, zararlı hiçbir alışkanlık bırakılamaz ve olumlu hiçbir işte sebat gösterilemez. Talut'un ordusu da savaş gibi dünyanın en zorlu eylemlerinden biriyle karşı karşıyaydılar ve sağlam bir iradeye ihtiyaçları vardı. Ne de olsa ölümün karşısında sebat etmeleri gerekecekti, tozun ve toprağın karşısında, kopmuş uzuvların ve kanın karşısında. Nihayet ordu irade ile olan sınavını da verdi ve az bir kesim hariç çoğu kendine hakim olamayıp sudan içtiler. 

Ayette çok ince bir detay daha var: Bir avuç suyun istisna edilmesi. Şüphesiz bu sınavı daha çetrefilli hale getirmişti. Şiddetli susuzluk çeken insanın halini az çok bilirsiniz. Ağzına bardağı yahut su kabını götürüp de serin suyu bir kez tattı mı artık kanana kadar o suyu bırakması fevkalade güçtür. İçtikçe içesi gelir, ta ki doyana kadar. Kim bilir, belki Talut'un askerleri de bir avuç içip bırakırız düşüncesiyle suya uzandılar fakat kanana kadar bırakamadılar. Öte yandan bu sınavı başarıyla geçenlerin de büyük bir iradeye sahip seçkin insanlar olduklarını görüyoruz. İkinci elenen güruh böylece "iradesizler" olmuş oldu. Anlaşılan o ki güçlü bir iradeye sahip olmamanın savaşa çıkarken bineksiz, kılıçsız ve kalkansız olmaktan bir farkı yok.

"Talut ve onunla beraber iman edenler onu (nehri) geçince: 'Bizim bugün Calut’a ve ordusuna karşı savaşacak bir gücümüz yoktur.' demişlerdi. Allah’la karşılaşacaklarına kesin bir bilgiyle inananlarsa: 'Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok olan topluluğa galip gelmiştir.' demişlerdi. Allah, sabredenlerle beraberdir." (Bakara/249)

Bu ayette de Talut'un, imtihanı atlatmış müminlerle birlikte nehri geçtiklerini öğreniyoruz. İsrailoğulları iki imtihandan geçip de birçok kişi saf dışı kalınca ordu da sayıca azalmıştı. Zaten Calut'un vakti zamanında onlara saldırdığını ve beldelerini tarumar ettiğini daha önce belirtmiştik. Buradan Calut'un kuvvetli bir ordusu olduğu anlaşılabiliyor. Ayette geçtiği gibi ordunun içinden bir kesim mevcut somut durumdan öylesine etkilenmiş ki daha savaş başlamadan "..savaşacak bir gücümüz yoktur." diyerek havlu atmış. İşte bu durum bizim "ümitsizlik" olarak adlandırdığımız şeyin ta kendisi. Aslında onlara havlu attıran, düşmanları değil bizzat kendi ümitsizlikleriydi.. Ama bu insanlar o ana dek Talut'a eşlik etmemişler miydi, nehirdeki irade sınavını başarıyla geçmemişler miydi?


Evet, lakin bilinmeli ki iradeyi ümitsizlik gibi kıran başka bir şey yoktur. Ümitsizlik iradeyi tuzla buz eder, insanı eylemsiz bırakır yahut bir makineye dönüştürür. Ümitsizlik insanın hürriyetini elinden alır. Çünkü ümidini yitirmiş biri için hiçbir şey eyleme geçmeye değer değildir. Misal verecek olursak; bir gölün kenarından geçtiğinizi düşünün. O esnada gölün içinde çırpınmakta olan bir çocuk fark ediyorsunuz. Muhtemelen çocuğu kurtarmak adına elinizden geleni yapmaya çalışacaksınızdır. Ya suya atlayıp çocuğa doğru yüzer, ya bir dal parçası uzatır ya da çevreden yardım istersiniz. Öyle ya da böyle bir şeyler yaparsınız çünkü çocuğun kurtuluşuna dair bir ümit oluşmuştur içinizde. Gene aynı manzarayı hayal edin lakin bu kez ceset su yüzeyine hareketsiz bir halde çıkmış olsun. Bu kez kurtarmak adına hiçbir şey yapmazsınız çünkü çocuğun kurtuluşuna dair hiçbir ümit yoktur içinizde. Yani ümit hayata, ümitsizlik de ölüme eşittir. Talut'un askerlerinden bir kesim her ne kadar iradeli kimseler olsa da ümitsizlik göstererek iradelerini öldürmüş ve savaşa başlamadan yenik düşmüşlerdir. Peki sonra ne mi oldu?

"Calut ve ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde: 'Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kafir topluluğa karşı bize yardım et.' demişlerdi." (Bakara/250)

249. ayette Allah'la karşılaşacaklarına kesin bir şekilde iman edenlerin ümitvar olup umut kokan cümleler sarf ettiklerini, sabrettiklerini ve Allah'ın da onlarla beraber olduğunu görüyoruz. Nihayet Calut ve ordusuyla karşılaşıyorlar ve bu kez de Allah'tan sebat ve yardım diliyorlar. Kendilerine güvenip ucuba kapılmıyorlar, "o kadar merhaleden geçtik, şu kadar badire atlattık artık bizi kimse yenemez" zannına kapılmıyorlar. Çünkü zaferin yalnızca Allah katından geldiğini ve Allah'ın yardımı olmaksızın sahip olunan hiçbir vasfın bir anlam ifade etmeyeceğini biliyorlardı. Ve müjde!

"Allah'ın izniyle (Calut ve ordusunu) bozguna uğrattılar." (Bakara/251)

Savaş kazanıldı.. İşte insanoğlunun savaş ile olan hikayesi de böyle başlar, böyle devam eder ve  galibiyetle yahut mağlubiyetle son bulur. Mağlubiyetin ana nedenleri bu kıssada da olduğu gibi duygu merkezli davranmak, iradesizlik ve ümitsizliktir. Galibiyetin başlıca sebepleri ise ilke ve akıl ekseninde yaşamak, güçlü bir iradeye sahip olmak, ümitvar olup Allah'tan yardım istemektir. Unutulmamalı ki her şeyin üzerinde Allah'ın emri vardır, ve Allah emrinde galiptir. 

Dünyada ve ukbada Rabbim sana hamdolsun.

-SON-



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüfek, Mikrop ve Çelik

Su ve Ateş

Something Inside Us